Harun BEKTAŞ
Matürîdî mezhebinin müteahhir ulemasından Ebu Hafs Ömer en-Nesefî (v. 537) el-Akâidü’n-Nesefiyye (veya Akâidü’n-Nesefî) diye bilinen akaid risalesine şu meşhur sözüyle başlar: “حقائق الأشياء ثابتة” yani “eşyanın hakikatleri sabittir”. İşbu yazımızda belki ilk bakışta bir yere oturtamadığımız bu cümlenin aslında müthiş bir meydan okuma olduğunu ortaya koymaya gayret edeceğiz.
Eşyanın Hakikatlerinin Sabit Oluşu
“Hakâik”, “hakikat” kelimesinin çoğuludur. Mantık ilminde ise “mahiyet”[1] anlamında kullanılmaktadır. Mahiyet ise bir şeyi diğer eşyadan ayrı bir varlık saymamızı sağlayan temel husustur. Taftâzânî’nin (v. 792) Şerhu’l-Akâid’de Nesefî’nin sözünü şerh ederken zikrettiği “حقيقة الشيء وماهيته ما به الشيء هو هو”[2] hükmü de bunu ifade etmektedir.
Mesela insanın mahiyeti noktasında “canlı olma” (الحيوانية) ve “düşünme” (النطق) vasıfları zikredilebilir. Çünkü insanı insan yapan ve onu diğer varlıklardan mümtaz kılan unsurlar bunlardır – özellikle de “düşünme”dir –. “Şey” kelimesi ise ehl-i sünnete göre “mevcut olan” demektir[3] ve hem maddî hem de fiiller gibi manevî hususları kapsar. Bu izahlara göre İmam Nesefî’nin şu cümlesi “Her bir varlığın kendine has özellikleri sabittir, bunlar itibarî, değişken ya da indî değildir” anlama gelir. Ayrıca bizim bu nitelikleri tanımamızın da mümkün olduğuna şu sözleriyle işaret ediyor: “والعلم بها متحقق”, yani: “Onları bilmek gerçektir, yani mümkündür”.[4] Lakin mühim olan eşyayı hakikatine uygun olarak doğru bilgi kaynakları vasıtasıyla tanımaktır.
Nesefî’nin Gayesi
“حقائق الأشياء ثابتة” cümlesini anladığımıza göre akla şu iki soru gelebilir:
1) İmam Nesefî’nin bir akaid metnine bu cümleyle başlamasının sebebi nedir?
2) Neden bu kadar mütebadir bir meseleye değinme ihtiyacı hissetmiştir?
İlk sorunun cevabı bahsin devamından anlaşılıyor. İmam Nesefî’nin hedefi ilahiyat bahsidir. İlahiyatın ilk meselesi ise ispat-ı vaciptir. Ancak bu meselenin iki temel mukaddimesi vardır. Bunlardan birincisi ontolojiye (varlık felsefesine), ikincisi epistemolojiye (bilgi felsefesine) dairdir. Yani herhangi bir şey hakkında hüküm içeren ifadeler kullanabilmek için evvela o şeyin kendine has, sabit ve değişmez gerçekliği ve hakikati olduğu kabul edilmelidir. Ayrıca bu hakikatler insan tarafından bilinebilir olması gerekir.
İkinci sorunun cevabı ise İmam Nesefî ve diğer ulemanın akaid metinlerinde izledikleri usulde münderiçtir. Metinler bir yandan ehl-i sünnet itikadını beyan etme diğer yandan da söz konusu itikadı başka fırkalardan tefrik etme amacını güder. Aristoteles (m.ö 384/322) döneminden önce faal olan Sûfestâiyye (Sofistler) fırkası İslam’ın inkârını beraberinde getiren ve günümüzde de İslam’a aykırı birçok dünya görüşünün temelini teşkil eden iddialar ortaya atmıştır. İşte “حقائق الأشياء ثابتة والعلم بها متحقق” cümlesi bu iddiaların reddi mahiyetindedir.
Sûfestâiyye’nin Görüşleri
Taftâzânî, Sofistleri İnâdiyye (Septikler), İndiyye (Rölativistler) ve Lâedriyye (Agnostikler) olmak üzere üç gruba ayırmıştır.[5]
İnâdiyye “عناد” (inat) mastarından müştaktır. Bu grubun mensupları eşyanın hakikatlerinin olmadığını duyularımızla algıladığımız şeylerin bir hayalden ibaret olduğunu söylemiştir. İkinci grup ise Arapçadaki “عند” kelimesinden alınmıştır. Bu grup eşyanın hakikatinin kişiden kişiye değişken (itibarî/göreceli) olduğunu iddia etmiştir. Örneğin birine göre bir fiil güzel ise o şeyin hakikati de o adama nispetle öyledir. Başka bir kişiye göre ise aynı fiil kötü ise o fiilin hakikati de o şahsa nispetle öyledir. Bu gruba göre iki kişi de haklıdır. Dolayısıyla insan, âlem mevcut olan her şeyin manasını kendisi oluşturur. Lâedriyye ismi ise “لا أدري” (bilmiyorum) fiilinden türetilmiş olup Batı’da Agnostisizm diye bilinen bilinmezcilik felsefesini ifade etmektedir. Bu grup eşyanın hakikatlerinin varlığının meşkûk olduğunu, hatta bu konudaki şeklerinin dahi meşkûk olduğunu söylemişlerdir.
Ehl-i Sünnetin Bazı Cevapları
İnâdiyye’ye şunu sorarız: “Sizin eşyanın hakikatlerinin olmadığına dair iddianız da bir hükümdür ve var olması açısından bir ‘şeydir’. O zaman sizin bu iddianız doğru mudur? ‘Evet’ derseniz bir şeyin hakikatini kabul etmiş olursunuz. Eğer ‘hayır’ derseniz haksız olduğunuzu ikrar etmiş olursunuz. Lâedriyye’ye de aynı soruyu sorarız. ‘Evet’ derlerse bir hakikati ispat etmiş, dolayısıyla mezheplerinin batıl olduğunu kabul etmiş olurlar. ‘Hayır’ derlerse zaten iddiasız kalmış olurlar. İndiyye’ye de aynı soruyu sorarız. ‘Evet’ derlerse kendi mezheplerini (hakikatlerin itibari olduğu fikrini) terk etmiş olurlar. ‘Hayır’ derlerse bir şeyin yanlış olmasına hükmetmekle aynı şeyin doğruluğunu ispat etmeye kalkışmış olurlar, ki bu muhaldir.”[6]
Aslında Sofistler dolaylı yoldan zaruri-istidlalî tüm aklî hükümleri reddetmişlerdir. Ancak bu düşünceleri hayatla çelişmektedir. Onlar da herkes gibi zararlı ve tehlikeli şeylerden kaçınırlar, çünkü ateşin yakıcı, bıçağın keskin, soğuğun öldürücü olduğunu bilirler. Şüphelerinin temel sebebi duyular ve aklımız vasıtasıyla algıladığımız şeylerin yanlış olabileceğidir. Duyular birçok kez hataya düşebilir. Örneğin şaşı olan kişi cisimleri ikişer görür, sarılık hastası tatlıyı acı telakki eder. Aklî istidlallerde ise birçok ihtilafa rastlamak mümkün. Ancak duyuların yanılması cüzîdir, herkesin tüm duyularının her zaman yanılması müsellem değildir. Bedîhiyatta ortaya çıkan ihtilaflar için de benzer bir durum söz konusudur.
Akide-Fıkıh-Ahlak İlişkisi
“حقائق الأشياء ثابتة” meselesi mücerret kelâmî-felsefî bir tartışma değildir. Bilakis bu probleme verilecek cevabın hem ferdî hem de içtimaî ahlak ve hukuk anlayışını belirleyecek kadar derin tesirleri olduğunu söylemek mümkündür.
Akidenin konusu “mü’men bih”, yani inanılacak hususlardır. Fıkhın temel gayesi ise ahkam ayetlerinden ef‘âl-i mükellefîni belirlemektir. Her ne kadar ahkam ayetleri iman esaslarını doğrudan konu almıyor olsa da her bir amelî hükmün aynı zamanda imana taalluk eden bir tarafı vardır. Mesela namaz amelî bir konu olsa da namazın farz olduğuna itikat etmemek kişinin dinden çıkmasına sebep olur. Çünkü namazın farziyeti, delaleti ve sübutu kat‘î olan naslarla sabittir. Fıkıh ile ahlak arasında da benzer bir alaka vardır. Zira haram olan hiçbir fiilin güzel ahlaka medar olması mümkün değildir. Bu açıdan ahlakın güzeli veya çirkini de fıkıh ilminden bağımsız bir şekilde mütalaa edilemez.
Eşyanın Hakikatleri Meselesinin Fıkha ve Ahlaka Tesiri
Tarihten günümüze insanlar arasında bitmek bilmeyen ihtilaflar süregelmiştir. Aynı konu hakkında farklı insanların birbirine zıt hükümler beyan ettiklerini her gün müşahede etmekteyiz. Aynısı insanların tesis ettikleri hukuk veya ahlak sistemleri için de geçerlidir. Bir insana veya sisteme göre bir fiil “kötü” ve “yasak” sayılırken, diğer bir insana veya sisteme göre aynı fiil “güzel” ve “mübah” addedilebilmektedir. Bu vaziyet temelinde konumuzla doğrudan alakalıdır. Eşyanın hakikatinin sabit olduğunun kabul edilip edilmemesi, ediliyorsa neye göre belirleneceği hem şahısların hem de devletlerin dünya görüşlerinin oluşumunun en temel meselesidir.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir “Bunların Sofistlerle ne alakası var?”. Şöyle ki; tarih içinde İnâdiyye evrensel ahlakı reddeden Nihilizme, İndiyye ilahî irade yerine insanı koyan Hümanizm, Lâedriyye ise hiçbir ahlak kuralını kabul etmeyen Agnostisizm yeniden dünya sahnesinde tezahür etmiştir. Bu bakımdan Sofizmin sunduğu tezlerin bütün dinlere yabancı dünya görüşlerin benimsenmesini beraberinde getirdiğini söylememiz mümkündür.
Bütün dinlerin temel iddiası mutlak hakikati yansıtması ve ifade ettiği gerek itikadî gerekse amelî ve ahlakî hükümlerin evrensel olarak doğru olmasıdır. Buna mukabil özellikle İndiyye hakikatin bânisi olarak insanı kabul ettiğinden dinlerin bu temel iddiasını reddetmiştir. Sofizmin fikir babalarından sayılan Protagoras (m.ö. 420) her şeyin ölçütünün insan olduğunu iddia etmiştir.[7]
Yukarıda belirttiğimiz üzere fiiller de var olmaları hasebiyle “şey” tabirinin kapsamına girmekte ve dolayısıyla sabit bir hakikate sahiptir. Bu hakikatler İslam’a göre ef‘âl-i mükellefinden münfek değildir. Bu hükümleri vazeden ve hakikatlerini belirleyen eşyayı yaratan Allah Teala’dan başkası değildir. Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de şu hükmü beyan buyurmuştur:
﴿أَیَحْسَبُ ٱلْإِنسَـٰنُ أَن یُتْرَكَ سُدًى﴾[8]
“İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?”.
Kadı Beyzâvî (v. 685/1286) bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: مُهْمَلًا لا يُكَلَّفُ ولا يُجاز (İhmal edileceğini, yani mesuliyetlerin yüklenmeyip hesaba çekilmeyeceğini).
İnsan Allah’a kulluk etmesi gayesiyle yaratılmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
[9]﴿وَمَا خَلَقْتُ ٱلْجِنَّ وَٱلْإِنسَ إِلَّا لِیَعْبُدُونِ﴾
“Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Kulun ise en belirgin özelliği efendisinin belirlediği hudutları kabul edip emirlerini yerine getirmesi ve bu hususta başına buyruk olmamasıdır.
Netice
Bu yazımızda “حقائق الأشياء ثابتة” meselesindeki ihtilafın Antik Yunan’dan günümüze nasıl bir iz bıraktığını ve nelere yol açtığını izah etmeye çalıştık.
İslam’ın insan tasavvuru Allah Teala’ya kul olması ve bunun gereği olarak onun emir ve nehiylerini hak bilip bunlara gönülden bağlanarak itaat etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
﴿وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى ٱللهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن یَكُونَ لَهُمُ ٱلْخِیَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَنْ یَعْصِ ٱللهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلٰالًا مُّبِینًا﴾
“Allah ve resulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.”[10]
Sofizm ve günümüzdeki uzantıları ise ya ateist ya da deist bakış açısıyla eşyanın hakikat ve hükümlerinin olmadığını ya da eşya ve ef‘alin hakikatinin Allah tarafından belirlenmemiş olmasını gündeme getirmiştir. İnsanların farklı fikir ve temayülleri neticesinde bu temel üzere çeşitli seküler dünya görüşleri meydana gelmiştir. Bunlardan kiminde Allah Teâla’nın varlığı inkâr edilmişken bazılarında ise şahsî değer yargıların Allah’ın dini yerine geçirilmesi söz konusu olmuştur.
[1] Ebherî’nin (v. 663) Îsâgûcî’nin “كلي مقول على كثيرين مختلفين بالحقائق في جواب ما هو” (“Bu nedir sorusunun cevabında farklı hakikatlere/mahiyetlere sahip müteaddit şeyler için kullanılan külli lafız”) şeklindeki cümlesinde olduğu gibi. Bkz: Ebû Mustafâ el-Bağdâdî, el-Vâzih, s. 91.
[2] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 13.
[3] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 13.
[4] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 13.
[5] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 14.
[6] el-Lâmişî, et-Temhîd li kavâidi’t-tevhîd, s. 40-41.
[7] İlhan Kutluer, Lâedriyye (DİA), XXVII, 41.
[8] Kıyamet: 36.
[9] Zariyat: 56.
[10] Ahzab: 36.


