Aykut ÖZTÜRK
Korunmuşluk Bakımından Sünnet II/II 1]
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Allah Teâla’nın tasdikiyle onun nebevî eğitiminden geçen[2] sahâbe başta Kur’an-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye olmak üzere dini bilgiyi gelecek nesillere aktarma vazifesini üstlenmiş ve hayli titiz ve dikkatli bir şekilde ifa etmişlerdir. Öyle ki sahâbe, başlarında birer kuş konmuşçasına Hz. Peygamber’i dinleyerek[3] kendisinden ilim telakki ettikleri halde hata veya dikkatsizlik sebebiyle dinde bir tahrif yapabileceği endişesiyle hadisleri naklederken son derece ihtiyatlı davranmışlardır. Kimisi hataya düşme ihtimalini en asgari seviyede tutmak için az hadis rivayet ederken[4] kimisi de Hz. Peygamber’den nakilde bulunurken “ev kemâ kâle” diyerek ihtiyat ifadeleri kullanmaya özen göstermiştir.[5]
Öte yandan sahâbenin büyük çoğunluğunun hadisleri ezberleyip şifahî olarak aktarmalarına mukabil Abdullah b. Amr b. Âs (v. 65/684) gibi bazı sahâbe bizzat Hz. Peygamber’den izin alarak duydukları hadisleri yazmışlardır.[6] Bazı araştırmacılara göre ise hadis yazan sahâbe sayısı 52’dir.[7]
Sahâbenin riyazeti altında yetişen tâbiîn nesli sünnet-i seniyyeyi korumak ve eksiksiz bir şekilde gelecek nesillere aktarmak noktasında sahâbenin gayretinden etkilenmiş ve aynı çabaya girmiştir. Nitekim Süfyân es-Sevrî (v. 161/777) gibi önde gelen tâbiîn âlimlerinin “Hadis kadar mesuliyetinden korkulacak başka bir şey yoktur” şeklindeki ifadesi buna işaret etmektedir.
Ancak şu bir gerçektir ki Müslümanlar arasında yaşanan bazı siyasî ve sosyal gerilmeler tabiîn döneminde derinleşerek farklı boyutlara ulaşmıştır. Hatta büyük günah, iman-küfür sınırı, kaderin mahiyeti ve hilafet gibi tartışmalı meseleler o dönemde ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde belirli şahıslar etrafında gruplaşmalar meydana gelerek literatürde ekol olarak nitelenebilen farklı fırkaların zemini bu asırda oluşmuştur.
İşte böyle buhranlı bir çağda muhtelif tesirlerle hadis uydurma faaliyeti hız kazanmıştır. Bu tesirlerin başında bazı siyasi, kelâmî ve fıkhî fırka mensuplarının kendi görüşlerini temellendirmek adına hadis uydurma faaliyeti yer almaktadır.
Münekkitlerin hadis uydurma hareketine karşı oldukça sistemli bir şekilde mücadeleye girmişlerdir. Nitekim onlar, sahih, zayıf ve uydurma hadisleri, kısacası sünnetin müdafaası uğruna isnad ve metin tenkidi olmak üzere iki temel yöntem geliştirmişlerdir.
Hadisçiler, hadislerin sıhhatini ilk planda garanti edecek olan isnadı daha çok araştırmaya ve daha sistematik bir biçimde kullanmaya başlamışlardır.[8] Şa’bî (v. 104/722), Muhammed b. Sîrîn (v. 110/729) ve Zührî (v. 124/742) gibi tabiîn imamların önderliğinde hicrî birinci asrın sonlarından itibaren isnad yaygınlaşmış ve hadislerin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir ve isnadı zikredilmeyen haberlere bir kıymet vermemişlerdir. Dahası isnadını zikretmeden hadis rivayet eden kişi gece odun toplayan kimseye benzetilmiştir; zira böylesine bir insan odun topluyorum zannederken yılanları da toplayabilir.[9]
İsnadın önem kazanmasına paralel olarak hadis münekkitleri senedde yer alan râvileri kimlik ve rivayet ehliyeti bakımından araştırmaya başlamışlardır. Bir râvinin âdil, sika, hıfz ve itkân sahibi olduğuna dair kanaat getirildiği takdirde rivayetleri kabul edilir. Şayet yalancı, gafil, hafızası zayıf ve vehimli bir râvi ise rivayetleri kabul edilmemektedir.
Münekkitlerin ilk asırlarda şifahî olarak aktardıkları bu yargıların sonraki dönemlerde müstakil eserlerde kaydedilmesi gelecek nesillere sahih ve zayıf rivayetleri birbirinden ayırma imkanını sunmuştur.
Hadis uydurma eyleminin hız kazandığı hicrî ikinci asırda yukarıda tasvir edilen tetkik ve tenkit faaliyeti başta Şu‘be b. Haccâc (ö. 160/776) olmak üzere birçok münekkit tarafından kural ve sınırları belli, sistematik bir metotla yürütülmüştür. Bir diğer ifadeyle erken dönem hadis münekkitlerin bir râvinin adalet ve zaptını değerlendirdikleri metot ve ortaya koydukları yargılar bir ilmî zemine dayanmaktadır. Dolayısıyla bunları denetlemek ve anlamak mümkündür. Bazı modern yorumların iddia ettiği gibi rastgele ve keyfî hükümler değildir. Bunun en açık delili münekkitlerin aynı râvi kümesi hakkında birbirinden bağımsız olarak birbiriyle ileri derecede uyuşan yargılarda bulunmalarıdır.
Bir örnek zikredilmesi gerekirse cerh-ta‘dîl ilminin önde gelen ve temsil gücü yüksek iki münekkit olarak Yahya b. Maîn (v. 233/848) ve Ahmed b. Hanbel’in (v. 241/855) yargılarıdır. Tespit edilebildiği kadarıyla her ikisi ortak olarak toplam 2245 râvi hakkında değerlendirmede bulunmuşlardır. Mezkûr râvilerin 2122’si hakkında iki münekkit aynı görüşe sahiptir. Hakkında ihtilaf ettikleri râvı sayısı ise 86’dır. Kanaatlerinin netleştirilemediği râvi sayısı ise 37’dir.[10] Yahya b. Maîn ve Ahmed b. Hanbel’in hakkında ihtilaf ettikleri oran sadece 4% olduğu göz önünde bulundurulduğu takdirde cerh-ta‘dîl ilminin belli kaideler çerçeveler işletilen ve benzer sonuçlar doğuran son derece önemli bir ilim dalı olduğu anlaşılacaktır. Buradan hareketle bazı muasır âlimler sayıları yüzlerce olmasına rağmen münekkit âlimlerin râviler hakkındaki kanaatleri genel olarak örtüştüğünü ifade etmektedirler.[11]
Son tahlilde cerh-ta‘dîl âlimleri râvileri değerlendirirken sübjektif ve keyfî hareket etmemişlerdir. Bilakis bu ilim sınır ve kaideleri cerh-ta‘dîl ve hadis usulü kitaplarında zikredildiği üzere hayli sistemli bir metottur. Münekkitlerin az da olsa bazı râviler hakkında ihtilafa düşmelerinin de denetlemesi mümkün ve ehlince bilinen belli nedenleri vardır.
Sonuç
Bu yazının bir sonucu olarak modern dönemde bazı çevrelerin Hz. Peygamber’in sünneti günümüze sahih ve güvenilir bir şekilde ulaşmadığına dair yaygın görüşleri hem Kur’an-ı Kerîm’in hem de vakaya aykırı birer iddia olduğu anlaşılmaktadır. Kişi bu iddiayı savunurken bilinçli veya bilinçsiz olarak Kur’an’ın kutsiyeti ve Hz. Peygamber’in rehberlik sıfatından sarfınazar ederek ilâhî vahiy sanki bugün nazil olmuşçasına dini yeniden yorumlamaya girişmektedir. Oysa Kur’an’ı anlama ve yorumlama ve İslam dininin pratik hayata tatbik edilmesi ancak Hz. Peygamber’in sünnetiyle mümkündür. Bu sebeple ’’Mademki Allah Teala İslam dinin anlaşılmasını Hz. Peygamber’in rehberliğine bağladıysa, o hâlde sünnetin günümüze sahih ve güvenilir bir şekilde ulaşmadığını iddia etmek İslam’ın doğru anlaşılması ve yaşanmasını imkansızlaştırmaz mı?’’ şeklindeki soruyu her duyarlı Müslüman kendi kendine sormalı ve içtenlikle cevaplamalıdır.
[1] Yazı Başlığı
[2] Tevbe 9/100.
[3] Buhârî, Cihâd, 37.
[4] Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 36.
[5] Dârimî, Mukaddime, 28; İbn Mâce, Mukaddime, 3.
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 192.
[7] A’zamî, Dirâsât, I, 92-167.
[8] Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 96.
[9] Bu benzetme İmam Şâfiî’ye aittir. Bk. Abdulfettâh Ebû Gudde, el-İsnâd, s. 20.
[10] Muhammed Sadık Özbek, Yahya b. Maîn ile Ahmed b. Hanbel’in Râviler Hakkındaki Görüş Farklılıkları, s. 74.
[11] Şerîf Hâtim el-Avnî, Aklâniyye, s.43-4.


